Zaman ne kadar hızlı geçiyor deriz hep, aslında zamanın kendi döngüsünde devam ettiğini, onun içine ne koyarsak bizi geleceğe onun taşıyacağını da yaşayarak tecrübe ederiz. Bu tecrübe binlerce yılın ürünüdür ve birikerek, çoğalarak gelişmek, insan doğasının tabiî sonucudur. Dünün üzerine bugünü eklemlendirip yarının modern yol haritalarını çizmek, sadece gelişen insan için değil; onun birikimlerinin birer yansıması olan uluslar, devletler, şehirler, siyasal oluşumlar, fikirler, o fikrin mensubu olan aydınlar ve sanatçılar için de geçerlidir. Türk milleti, Türkiye Devleti ve özelinde de Ülkücü Harekete mensup olan aydınlar ve sanatçılar için de süreç doğal olarak bu şekilde işler.
Söz konusu hayat serüveninin bu şekilde devam etmesinin ön koşulu fizyolojik ihtiyaçların tatminine bağlıdır. Fizyolojik ihtiyaçlar tatmin olduktan sonra sosyal ihtiyaçlar devreye girer ve insanın kendini gerçekleştirme evrensel dürtüsü insanı yaşamda yeni serüvenlere yönlendirir. Bu serüven kimilerinin kendini kaybettiği kimilerinin de hayatında kendine yol haritası olarak belirlediği ve gönül verdiği davasını yaşama dönüştürmek, hayata geçirmek şeklinde anlamlı ve onurlu bir hal alır.
İşte bu yazımızda, hayat yolunu anlamlı bir yürüyüşe dönüştüren, gelişme, büyüme ve yeni terkipler oluşturmakla kimlikli duruşu bir arada temsil eden, Ülkücü ve Ülkü Ocakları Sanatçısı kalarak Türkiye’nin sanatçısı olmayı başaran Mustafa YILDIZDOĞAN’ın serüveni ele alınacaktır.
Mustafa YILDIZDOĞAN yaklaşık yirmi yıllık sanat ve sahne tecrübesine sahip bir sanatçıdır. Hayata Konya ovasından çıkarak başlayan Yıldızdoğan ergenlik dönemini yaşayan taptaze bir delikanlı iken hayatının gayesini sorgulamanın neticesinde ülkü adlı nazlı yarla tanışarak ilk aşkını davasında tatmış bir kişidir.
O sanat hayatının temelleri ve ilk aşkı ülkü adlı nazlı yar ile tanışma hikâyesini Ortadoğu Gazetesi yazarı Yıldıray Çiçek’le yaptığı bir söyleşisinde şöyle anlatıyor.
“Şiir’e küçük yaşlarımda merakım vardı. Ağabeylerimden Allah razı olsun. Mehmet Akif’den, Arif Nihat Asya’dan, Osman Yüksel Serdengeçti’ye kadar şairlerimizin şiirlerini heyecanla okurlar ve bizim de ezberlememizi söylerlerdi. Şiir’in yanında bağlamaya olan sevdam 16 yaşında murada erdi. Köyümüzde bağlama çalan yoktu ve çalana da iyi bakmazlardı, ama babam bu isteğimi yerine getirdi. Mekânın cennet olsun benim güzel babam.
Şiir ve bağlama, yüreğimle öyle bir muhabbet, öyle bir bağ kurdu ki, işte o zamandan bu zamana gece uykusunu unutturdular bana. Şairlerimizin şiirlerini bestelemeye, şiir yazmaya başladım. Memleketim Kadınhanı Ülkü Ocaklarının konserine çıkmamla beraber sanat hayatına merhaba dedim. O zaman bana kol kanat geren Rahmetli Âşık Hasreti, Âşık Feymani, Âşık Sefai’ye minnettarım.”
Vefanın sadakatin ve imanın gelişmeye büyümeye şöhret olmaya engel olmadığını yine aynı söyleşisinde şu şekilde özetliyor.
“Sevdamızda, vefamızda ve duruşumuzda çıktığımız günden bu yana bir tereddüt en ufak bir zikzak olmaması, günü iyi tahlil edip yarını okuyabilme, mükemmel bir müzik ekibine sahip olmam ve sanırım en önemlisi heyecanımın ve çalışma arzumun her gecen gün daha çok artmasına borçluyum.” Söyleşide Yıldızdoğan’a şu soru sorulur Her önüne gelenin sanatçı kimliği aldığı günümüzde, bize sizin pencerenizden bir sanatçı kimliği tarifi yapar mısınız?
Onun cevabı da şu şekildedir.
“Toplumun acısını ve sevincini yüreğinde en fazla hisseden, söylemleriyle, hayat tarzıyla örnek, inanç ve idealinde kesin çizgileri olan, üreten ve ürettiğiyle yetinmeyen, geldiği yeri asla unutmayan, sevgiyi ve umudu rehber edinmiş, aşk hamallarına sanatçı diyorum.”
Söyleşi şu şekilde devam etmektedir.
Sayın Yıldızdoğan, biraz da sevdasını yaşadığınız Türkiye’nin içinde bulunduğu manzarayı anlatır mısınız?
1980 den bu güne kadar Türkiye deformasyon çağını yaşıyor. Milletin Dini ve Milli refleksleri zayıflatılmış, değerlere sahip çıkmak adeta suç sayılır hale gelmiştir.
Aynı zihniyeti, aynı Avrupa idealini paylaşan iktidar, sermaye, medya üçgeni arasında kalan toplum, sessiz, çaresiz, tepkisiz bir hal almıştır. Bu toplum bir kıvılcım beklemektedir.
Türkiye’de bu süreçte Türk kimliği üzerinde yıpratıcı oyunlar oynanmakta, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sorusuna O şu şekilde cevap verir.
Türk kimliğini yıpratma mücadelesi yüzyıllardır bıkmadan usanmadan devam eden ve yarın da devam edecek olan Batı merkezli sinsi bir plandır... Tabii ki üzücü olan, bu plana içerden de hainlerin destek vermesiyle süreç daha da hızlanmıştır. Bu durum karşısında Türk milliyetçilerine büyük görev düşmektedir. Milleti uyutanların kullandığı metot ve taktiği, daha güçlü bir şekilde kullanarak, milletin heyecanını, ruhunu taze ve canlı tutmak bir mecburiyettir. Türk milletinin dünya tarihine attığı imza yüzyıllar geçse de ne kitaplardan ne de hafızalardan silinememiş ve de silinemeyecektir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu karanlık atmosferden kurtulması için, izlemesi gereken yol sizce nedir? Diye sorar Sayın Çiçek O da;
Her mutlu sonun ve zaferin başında eziyet ve çile vardır. Türkiye, yaklaşan umudun ve zaferin çilesini çekmektedir. Geç kalan zafer, insanlarımızın umudunun körelmesine, heyecanlarının erimesine sebep olmuştur. Millet bir ışık, bir kıvılcım beklemektedir. Tekniğin ve teknolojinin bütün imkânlarını kullanarak, milletin ayağa kalmasını beklemeden, milletin ayağına gidip, milletin anladığı dilden, Türkiye’nin gerçekleri, oynanan oyunlar, bıkmadan usanmadan anlatılmalıdır. Şeklinde cevap verir.
Mustafa Yıldızdoğan’la yapılan bu söyleşi bizim onunla ilgili yapacağımız tahlillerin de temel çıkış noktalarını ele veriyor aslında.